16 Aralık 2010 Perşembe

Kent, Toplumsallaşma ve Aşure


Meğer Mimar Sinan'ın vasiyetiymiş: Her yıl, Muharrem ayının 10. gününde aşure dağıtılırken anılmayı istemiş. Bugün Minar Sinan Vakfı'nın Mimar Sinan'ı anma etkinliğinden sonra koca kazanlarda herkese aşure dağıtıldı.

Mimar Sinan'ın yalnızca bir mimar değil, aynı zamanda hem bir sanatçı hem bir mühendis, hem de bir toplumbilimci. Bugün de onu anan ve sonra da aşure kazanlarının başında toplanan öğrenciler, tarihçiler, sosyologlar, gazeteciler, yazarlar, edebiyatçılar, mimarlar, avukatlar ve semt halkından olan bakırcılar, esnaf, hamallar, ev kadınları ve tabi ki çocuklar vardı :)

Aşure, biliyoruz ki her yöreye göre farklı yapılıyor. Ancak aşurenin ana malzemesi değişmiyor:
su, şeker, buğday, kuru fasulye ve nohut. Ege'de kuru incir, Tunceli'de mercimek, Antep'te fıstık, Antalya'da portakal... dediğim gibi her yere göre değişen bir tat... Tatlılık oranı ve yoğunluğu da yapana göre değişiyor.


Bir de aşureyle, yani bir tat ile kurulan bağ ve o tadın tekrar edilmesiyle yaşatılan söylemler, gelenekler ve ilişkiler var. Bereketin ve zenginliğin paylaşılması, İslam’a ve Allah’a bağlılık, cemaat içinde dayanışma ve yardımlaşma, geleneğe uyma ve geleneği yaşatma bunlardan bazıları

Apartman ve stüdyo hayatına geçen ve ne mahalle ile ne de aileyle bağı olmayan ya da yakın bağı olmayanlar için ise aşure bu ilişkilerden kopmuş durumda. Göç ile hızla nüfusu artan ve megalopolleşen İstanbul’da bu tatlının evlerde hazırlanması ve paylaşılması komşular arasında yabancılaşma, güvensizlik, inanca ve geleneğe bağlılığın azalması, zamanın kent yaşamındaki başka etkinliklere yönlendirilmesi, farklı, yeni yahut moda tatlı çeşitlerine yönelinmesi gibi nedenlerden ötürü giderek azalmış durumda.

Megalopolisin içinde aşure, temsil ettiği değerlerden alınacak tatmin ve haz (ki bu bir hiper gerçekliktir) ile birlikte İstanbul’daki tatlı dükkânlarında ve pastanelerde tüketime hazır bir metaya dönüşmüş durumda. Gündelik hayatın içinde artı değerin bir yiyecek maddesi üzerinden paylaşılmaması, kentte yaşayan ve birbirini tanımayan, değişik kültürlerdeki insanlar arasındaki paylaşımın ve diyaloğun başka bağlarla gerçekleştirildiğine işaret ediyor.


13 Aralık 2010 Pazartesi

Mongol Barbeküsü Efsanesi !!!


Ben biraz geç tanıştım kendisiyle çünkü 2006 yılından beri İstanbul'da hem İstinye Park'ta hem de Suadiye'de "Go mongo" adlı restoranda Mongol, yani Moğol Barbeküsü yapılıyormuş.


Tabi adı barbekü olunca ben de daha şıkçana bir ocakbaşı üslubuna ya da teppenyaki stili bir Japon tezgahına hazırlamıştım kendimi.


Bunun olmadığını görünce tabi biraz şaşırdım.


Olay, noodle yani bir çeşit eriştenin et, sebze ve soslarla yüksek ateşte pişirilmesinden ibaret. Yani Çin ve Taiwan mutfağından tanıdığımız bir Uzakdoğu tekniği...


Go Mongo'da da buna uygun olarak malzemelerini bir kaseye tıkıştırarak büyük bir saç üzerinde ve yüksek ısıda pişirmesi gereken aşçıların önüne dizip, masana gidiyorsun.


Kaseyi et ve envai çeşit sebze ile tepeleme doldurduktan sonra ve pişirilmeye bırakmadan önce bir restoran görevlisi size nasıl bir sos tercih ettiğinizi soruyor.
Bu arada size ayrıca kaseyi tepeleme doldurma ipuçları da veriyor :)


...ve sosusunuzu neredeyse 7-8 çeşit baharat, krema, soya gibi baz soslar ve kurutulmuş otlar ile erişte kasesine döküveriyor.


size de masanıza dönüp, umarım iyi birşeyler karıştırmışımdır diye beklemek kalıyor.


Restoranlarda eksikliğini hissettiğim espri meselesi, Go Mongo'da yemeğin hazırlanma sürecine yansıtılmış. Dozunda.


Bilmeyen için yeterli bilgi ve yönlendirme desteği var, ama aynı zamanda tatları biraraya getirme safhasında size bir yaratma alanı da bırakılmış.


Yani denetim altındaki bir üretim ve tüketim alanında neredeyse hiç bilmediğiniz hissi uyandıran bir coğrafyanın sözümona yerel tatlarını keşfetmenize izin verilerek zaman geçirmeniz sağlanıyor.


Aslında son derece sıradan ancak şık ve iyi örgütlenmiş bir yaklaşım...


Ancak meraklısını tatmin etmeyecek de birşeyler var burada nedense...


Nitekim yerine oturmayan taş Mongol, yani nam-ı diğer, moğol barbeküsünün ne Moğollarla ne de barbeküyle ilgisinin olmadığı ile ilgiliymiş meğer. Bunu ufak bir araştırma yapınca öğrendim...


1970'lerde Taiwan'daki restoranlarda et ve sebzenin noodle (bir çeşit erişte) ile ortalama 300 C'lik ateşte kavurulmasıyla innove edilen bir reçete denilebilir "Moğol Barbeküsü" için...


"Av partisinden dönen Moğolun kılıcıyla doğranmış" efsanesine uygun olarak ince ince kesilmiş etler, döner memleketinden gelen biri için vasat kalıyor ne yazık ki...


Ancak diğer seçenekler, karidesten hindiye ve envai çeşit baharat ve sebzeye yayılmış durumda. Karidesler ve mezgit dondurulmuş olmasına rağmen soslarla karışınca lezzetlenmiş.

Tatlı olarak kızarmış dondurma, gerçekten çok lezzetliydi ve porsiyonlar tadımlıktan ziyade doyurucuydu.
Masanın neşeli sürprizi ise çikolatalı sufle ile birlikte servis edilen pişmaniyeydi. Hep merak ederdim neden daha iyi değerlendirilmiyor pişmaniye diye, en azından masaya geldiğini görmek keyifli :)


Fiyatlar ise doğrusu bir ya da en fazla iki şey seçmenize izin veriyor. Biraz yüksek ama servisin kalitesine ve mekanın ambiyansına değer.

;)


Go Mongo
İstinye Park
Teras Katı


7 Aralık 2010 Salı

İkili Lezzetler 1: Kuru Fasulye - Pilav


Ben kuru fasulye ve pilav ile Süleymaniye'de tanışmıştım desem yeridir.


Birçok kişi için kuru fasulye ve pilav, okulda ya da işyerinde Pazartesi günleri çıkan bir kış klasiğidir ve bazılarının neden bu ikiliyi milli yemeğimiz olarak tanımladığı ve hasretle andığı pek anlaşılamaz.


1924'ten beri açık olan "Erzincanlı Ali Baba"nın o küçücük lokantasında kömür ateşindeki dev bakır kazanda hazır bekleyen mis gibi etsiz kuru fasulye ile bembeyaz pilav...yanında da turşu.


İri taneli, dermason fasulyesi kullanılıyor "Erzincalı Ali Baba"da...

Biriyle gitmişseniz sohbeti bile unutur arada kendinizi fasulyenin tadına kaptırmış bulabilirsiniz kendinizi. Bir bakarsınız damağınızdaki lezzet karşınızdakine tebessümle kafa sallamanıza neden olmuş :)


Karşısında da Süleymaniye Cami'nin kartpostal gibi heybetli manzarası...


Garsonlar ise iyi niyetli ve olabildiğince hızlı. Üstlerinde nedense yarı Türkçe, yarı İngilizce tişötler var: "Erzincanlı Ali Baba Since 1924" :)


Mekanın servise ve dekorasyona yönelik pekçok eksiği olsa da garsonların sizi çabucacık tanıması ve hızlıca sizi en makbul şekilde ağırlaması eski usulden bugüne taşınması gereken unsurlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.


Herneyse kuru fasulye ve pilavın tadını unutmuşum meğer.

Bunu ise Tophane'deki "Fasuli"ye gidince anladım. Daha doğrusu o gün bugündür ne yapsam da yolum tekrar Süleymaniye'ye ya da Tophane'ye düşse diye kıvranıp duruyorum...

"Fasuli"de kullanılan fasulyenin cinsi ise farklı. Uzun süre pişirildiği ve demlendiği için ağızda dağılıveriyor. Trabzon tereyağı ise hemen kendini belli ediveriyor. Doğu Karadeniz bölgesinde yatişen şeker fasulyesini sır gibi sakladıkları bir sosla pişiriyorlar.


Sır, yemek severlere has birşeydir. Simya gibidir. İşin tılsımıdır. Yine bugün pekçok restoranda olmayan esprili bir yaklaşım...hoş...
"Fasuli"de ayrıca servis iyi. Garsonlar sizin keyif yaptığınızın bilincinde sanki, keyfinizi zamanında ve yerinde bölerek yemeğinizle sizi başbaşa bırakabiliyorlar.
Az bulunur bir lüks diyelim buna da..
Çoğu yerde ya garson ararsın yoktur, ya seslenirsin gözünün içine bakar ve çevirir kafasını gider ve
mümkünse 10 dakika da gelmez ya da zırt pırt tuzu, tabakları, birşeyleri değiştirir durur... çatal istersin, kaşık getirir. sen yemeğin mi keyfini çıkaracaksın, biriyle gittiysen sohbeti mi garsona göre ayaralayacaksın ya da garsonun servis yapması için vücudunu şekilde şekile mi sokacaksın önemli değildir... garson bahşiş ister, o kadar...

Herneyse ikili lezzetlerin ilk bölümünü Büyük Çamlıca'daki "Çömlek" ile bitirmek yakışır tabi. Taşfırındaki çömleklerde yapılan kuru fasulyenin tadına bakmak için kış günleri son derece uygun...


;)


Erzincalı Ali Baba

Prof. Sıddık Sami Onar Caddesi, No:11 ( Süleymaniye Camii Karşısı )
Süleymaniye/ İstanbul
Tel: ( 212 ) 513 62 19



Fasuli

Kemankeş Mah. İskele Cad. No: 10 - 12
Tophane - İstanbul (Tophane Amerikan Pazarı Çarşısı karşısı
Tel: (0212) 243 65 80 FAX.: (0212)243 65 83


Çömlek

Turistik Caddesi No: 28 B.Çamlıca / Üsküdar
İSTANBUL Tel: (0216) 316 29 53 - (0216) 335 14 34 Fax: (0216) 443 66 66













6 Aralık 2010 Pazartesi

"Makaron" Çılgınlığı Üzerine




Bugünlerde Bebek'te bir "makaron" çılgınlığıdır gidiyor.


Ard arda açılan pastane ve şekerleme dükkanları, prestijli bir hediye telaşındakilere bu minik renkli bademli kurabiyeler ile hitap ediyor.

Pelit Pastanesi, Divan Pastanesi'nden sonra Baylan, ve en nihayetinde Paris'in en köklü çay salonlarından olan Laduree...

Sevim Hanım'ın Meşhur Bebek Badem Ezmesi dükkanının kedili hoşgeldin ikramına karşın makaroncularda ikram yok. Soğuk ve kibarca tanesinin 3.75 tl olduğu söylenerek bu geleneğin geçerli olmadığı bir dünyaya hoşgeldiniz anonsu yapılıyor adeta, tatmak isterseniz...

Makaron, her ne kadar Fransız kurabiyesi olarak bilinse de biliyoruz ki Medici ailesinin Rönesans döneminde İtalya'dan Fransa'ya getirdiği tatlardan biri.

Fıstıklısı, limonlusu, vişnelisi, çikolatalısı, vanilyalısı... birçok çeşidi var... Dışındaki ince hamur hafifçe çıtırdamalı,içindeki yumuşak kısım ise aromasına göre çok tatlı olmamalı...

Bebek'teki meşhur Badem Ezmeci'sinin tek rakibi makaron satan dükkanlar değil.


Bir de lokum ve ceviz ya da fıstık ezmesi gibi başka ezmeleri şık hediye kutularında sunanlar var.


Badem ezmesi ise, her ne kadar eski İstanbul tatlarından biri olarak ikonlaşan tatlardan biri olsa da aslında Edirne'nin Osmanlı saraylarından kalan bir tat.


Yani 1365 ile 1453 arasındaki 92 yıl içinde üretildiği düşünülebilir.


Edirne’nin Osmanlıya başkentlik yaptığı günlerde şehre gelen şekercilerin gördükleri badem bolluğu üzerine şeker yapma fikri doğduğu söylenir.


Bugün Edirne'nin yanı sıra Malatya ve Diyarbakır'ın yağlı bademlerinden yapılan badem ezmesi, katkı maddesi olmaksızın su, şeker ve yağlı badem'in elde dövülmesiyle üretiliyor. Dokusu pütürlü ve yumuşak olmalı. Sert olanlar, aşağı yukarı 10 gün önce yapılmıştır, ve taze değildir.


Babadan oğula geçen bir imalat hakim ancak fabrikasyona girenler de var; ancak hal böyle olunca tat değişiyor tabi.


Avrupa'da üretilen ve tadı badem ezmesine benzeyen Marzipan ise badem ezmesinden üretilerek yapılır. Yapım tekniği biraz daha farklı.


Hakiki badem ezmesi, damakta bademin tadından ve kokusundan başka birşey bırakmaz. Damakta şeker tadı bırakanlar belki daha ucuzdur ama yavandır.

Bebek'te badem ezmesinin yanında Vakko'nun çikolata dükkanı tutmadı, Hacıbozanoğulları'nın baklavası da... Paul bile makaron satmasına rağmen fırıncılığa tutunamadı... Yani bir yere kadar açık kalabildiler... Bakalım makaron çılgınlığı ne kadar sürecek ;)